İçeriğe geç

Marufu Kerhi Hazretlerinin Hacet Duası

Marufu Kerhi Hazretlerinin Hacet Duası

Marufu Kerhi Hazretlerinin hacet duası.

Hasbiyallâhü li dînî* Hasbiyallâhü li dünyâye* Hasbiyallâhül kerîmü li mâ ehemmenî* Hasbiyallâhül halîmül kaviyyü li men beğâ aleyye* Hasbiyallâhüş şedîdül kaviyyü li men beğâ aleyye* Hasbiyallâhüş şe-dîdü li men kâdenî bi sûin* Hasbiyallâhür rahıymü ındel mevti* Hasbiyallâhür raûfü ındel mes’eleti fil kabr* Hasbiyallâhül kerîmü ındel hısâb* Hasbiyallâhül latıyfü ındel mîzân* Hasbiyallâhül kadîm ındes sırât* Hasbi-yallâhü lâ ilâhe illâ hüve aleyhi tevekkeldi ve hüve rab-bül arşil azıym*

Ey Allah ’ım! Her halükarımda huzurunda olma bilincini bana ihsan eyle. Kalbimi Sen’den başkasından hali eyle. Huzurunda olanların aşkını ihsan eyle Allah ’ım.

Muhyiddin-i Arabî Hazretleri diyor ki:

Lafza-i Celâl Allah’tır. O da, bütün âlemlerin zâtlarında cari olan zikirdir. Onlar kendileri ister istesinler, ister istemesinler Allah’ı zikrederler. Onların hareketlerinden her bir hareket zikirdir. Hatta onların sâkinliğinden her bir sükûn bile zikirdir.

Şunu bil ki -cinler ve insanlar dışında- varlıkların tesbi-hâtı, bizim zikrimiz gibi sesli değildir. Fakat onların sâkin durmaları teşbihtir.
Hareket halindeki halleri de teşbihtir.
Sâkin olanın teşbihi, bal arısının vızıldaması gibidir. Hareket halindekininki ise, suyun şırıldaması gibidir. Amma bir defa sâkin, bir defa da hareket halindeki tesbihât, atm kişnemesi gibidir. İşte onda zâhir olan zikir budur. Bu itibarla sükût ederse, sükûtî zikirdir.
Bütün mahlûkat zikir itibariyle Allah’tan başkasını zikretmez. Ama zevk itibariyle ise orada Nûr-u Muhammedi’den başkası kulluk, ibadet etmez.
Şöyle bir durum var: Yüce Allah, Resûlü Ekrem’i her mahlûktan önce yaratıp, varlık âlemine ilk olarak onu getirdiğinde, onunla beraber hiçbir şey yoktu. Sonra bu mukaddes nur, en nefis mihrapta ibadete başladı. Bu bir halvetteki kulluk idi ve kendisiyle Rabbi arasında idi. Öyle ki, Yüce Allah’ın Tekliğinden ve Muhammed Mustafa (s.a.v.)’nm kulluğundan başka hiçbir kimse yoktu. Bu da Rabbi ile halvet halinde bulunmalarının ilki ve en azametlisi, en büyüğü idi. Sonra büyük halvet Miraç’da oldu. Öyle ki, Yüce Allah’tan başka kimsenin bulunmadığı yerde Resûlullah (s.a.v.) ile buluştu. Resûlü Ekrem (s.a.v.), “Rabbimi gördüm!” buyurdu.

ALLAH (c.c.): O, imanın anahtarı ve İslâm’ın sırrıdır. Bu itibarla kim “Lâ ilâhe iller Rahmân” dese Müslüman olmuş olmaz. Yahut başka herhangi bir ismini söylese de durumu değişmez. Dolayısıyla onu küfür karanlıklarından İslâmın nuruna çıkarmaz. Ancak “Lâ ilâhe illallâh = Allah’tan başka ilâh yoktur” demek müstesna. Zira her ismi kendisinde toplayan Zât’m ismi ALLAH’tır. O her ismin yerini tutmaktadır. Başka hiçbir isim onun yerini tutamaz. Binaenaleyh, rızık isteyen “yâ Razzâk!”, rahmet isteyen “yâ Rahıym!” der. Bu isim, diğer isimleri perdeler.

Amma rızık isteyen kimse “yâ Allah!” dese o kelime, o isim “Rezzâk” yerine de geçer. Yine rahmet isteyen kimse onu -Allah adını- söylese bu, Rahıym makamına da geçer, onun yerini de tutar. Bu itibarla (ALLAH) ismi her isminin yerine geçer ve bütün Esmâ-i İlâhiyye’yi kendisinde toplar ve onların makamına kaim olur ve ulûhiyyet mertebesinde diğer herhangi bir isim bunun yerini tutamaz. Ama Rubû-biyyet mertebesinde, Rahmân ismi onun yerini tutar.

Ulûhiyyet: Bununla şunu kastediyoruz. Hakk’ın Hakk’a teveccühü. Rubûbiyyetle de, Hakk’ın halka teveccühünü kastediyoruz. Böylece Hakk kendi zâtı için teveccüh eder ki, bu Ulûhiyyettir. O’nun nimetler vererek, terbiye etmek ve yardım etmek suretiyle halka tecelli etmesi Rubûbiyyet-tir.
ALLAH, şerefli zâtının ismidir. Onun huzur-i hazretine yalnız Rahmân ismi dahil olur. Bu da izin istemek ve izin almak suretiyle olur.

Sonra bütün şerefli Esmâ-i Hüsnâ, Rahmân ismine izin istemeksizin dahil olur. Zira ondan ortaya çıkmış ve onda sona ermiştir. Yüce Allah’ın, şu kelâmını görmez misin: “Rahmân, Arş’ı hükmü altına almıştır.” Arş’m içinde Kürsî vardır. Kürsî de gökleri ve yeri kaplamıştır. Dolayısıyla Arş’ta Rahmân’dan başka isimler ve müsemmâlar hükümranlık etmezler.

Hazarât -mertebeler- dörttür:

1- Yüce Allah isminin zikirde Tekliğidir. Nitekim Yüce Hakk buyurmuş: “Allah’ı zikrediniz.”
“Allah’ı çok zikredenler.”
Resûlullah (s.a.v.) da şöyle buyurmuştur:
“Yeryüzünde Allah Allah diyen kaldıkça kıyamet kopmaz.”
Burada Lafza-i Celâl tekrar edilmiştir. Ta ki, onun zikir olduğu anlaşılsın.

2- Niyâbet ve Tevekkül Hazreti: Öyle ki ALLAH ism-i zâtı, Yüce Allah’ın Rahmân isminin yerine geçer. Ta ki esmâ ve müsemmâlar, mahv ü îsbât, icâd ve imdâd yönünden memleket umurunu, işlerini idare etsin. O da Yüce Allah’ın şu âyetidir:

“De ki ister Allah diye dua edin, ister Rahmân diye dua edin.” [İsra, 110]

3- Tahsis Hazreti: Bu da her ismin işlerden birine mahsus, ait olmasıdır. Dolayısıyla Rahıym rahmet için, Halim hilm için, Rezzâk rızk içindir. Bu da Yüce Allah’ın şu âyetiyle açıklanmıştır:

“En güzel isimler Allah’ındır. O halde o isimler ile O’na dua ediniz.”

4- Dördüncü Hazret: Bu da çokluk hazretidir. Yani Rablerin çoğalmasıdır. Meselâ kim malı sever, hatta her şeyi onun uğruna terk ederse, işte onun Rabbi maldır. Keza kim kadınları sever, secde ve rükû ederek onların mihrabına taparak hayatını geçirirse, onun Rabbi kadınlardır. Yüce Allah’ı kalben, aklen ve ruhen severse, onun Rabbi de Allah’tır: “Rabbini çok zikret.”

“Rabbini içinden (nefsinde) zikret.”
“Rabbinin adını an ve her şeyi bırakıp yalnız O’na yönel.”
“Sabah akşam Rabbinin adını an.”

Ebû Zerr el-Ukaylî’den (r.a.) şu hadis-i şerif rivayet edilmiştir. O der ki: “Dedim ki: “Yâ Resûlallah! Bütün mahlukatı yaratmadan evvel Allah neredeydi?” Buyurdular ki: “Ğayb âlemindeydi. Ne altında ne de üstünde hava vardı. Arş’ı da su üzerinde idi.”
Cenab-ı Hakk isimleri itibarı ile haddü hesâba, sayıya ve rakama sığmaz. Gerçekten Yüce Mevlâ kâinatın tamamını varlık âlemine, kendisinde ruh olmayan bir karaltı halinde getirmiş, bu da cilâsız, parlak olmayan ayna gibi olmuştu.

Böylece Hz. Adem -bu insan-ı kâmil- âlem, kâinat aynasının cilâsı olmuştur.

Enes b. Mâlik (r.a.)’dan şöyle rivayet edilmiştir:
Resûlullah (s.a.v.): “Mümin müminin aynasıdır.” buyurdu. Mümin Yüce Allah’ın isimlerinden bir isimdir. Bu münasebetle Yüce Hakk, suretini insan-ı kâmilde gördü.

Avf bin Mâlik’den (r.a.). Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Ebdâllar Şamlılardandır. Dolayısıyla onlarla yardıma nâil olur ve onlar sayesinde rızıklanırsınız.” Gerçekte yardım eden ve bol rızık veren Allah’ın bizzat kendisidir. Bundan dolayıdır ki, insan-ı kâmilden Hakk’m aynası diye bahsetmiştir. Bu da Yüce Mevlâ’nın şu âyetinin manâsıdır:

“Andolsun ki, biz insanı en güzel biçimde yarattık.”
Nitekim Yüce Mevlâ’nın Zât’ı, gözlerden gizlendiği gibi, düşüncelerden, akıllardan ve meleklerden de gizlenmiştir ve mele-i a’lâ -bütün âlemler-, başkalarının arayıp istedikleri gibi, şüphesiz Yüce Mevlâ’yı arar ve isterler. Biz de O’nu birlemeyi (tevhid) bilmekle O’nu arayan ve isteyenleriz. Yoksa zâtını değil:
“Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor.”

Ebû Hüreyre’den. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Doğrusu Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Kim Benim bir veli kuluma düşmanlık ederse, muhakkak ona harp ilân ederim. Kulum Bana, ona farz kıldığım şeylerden daha sevimli olan bir şeyle yaklaşamaz. Keza kulum nafilelerle de Bana yaklaşmaya devam ederse onu severim.

Artık Ben onu sevince, onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Ben’den bir şey isteyince ona veririm. Bana sığınınca onu muhafaza ederim, onu korurum.”

Nafile ibadetlere de önem verilmelidir. Melekler için ise nafile diye bir şey yoktur. Zira onlar zâtın ıztırâr (mecburiyet) içinde kalmış kullarıdır. Biz de farzlarımızdan ötürü mecburiyet altındayız; nafilelerimiz için ise istek ve ihtiyar, irade sahibi kullarız. Binâenaleyh kuldan tamam olan husus, Cenâb-ı Hakk’ın, onun kulağı, gözü ve bütün kuvvetlerine ulaşmış olmasıdır. Bu takdirde o, Allah’ı Allah ile tanır, nefsiyle değil. Zira Yüce Allah’ı, ancak kendisi bilir, tanır. Nitekim şâir demiştir:

Ona bir tarafı emanet etti. Onu gören de o tarafı oldu.

İhsân: “Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmendir.”

O bize, amelde hicap üzere şeriatı uygulamamızı emretti. O’nu görene kadar hicaptayız. Dolayısıyla amelimizin O’ndan sâdır olduğunu görene kadar bu böyledir:

“Onları sen öldürmedin, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman sen atmadın, lâkin Allah attı.”

Allahü Teâlâ, kullarının kendisini tanımasını isteyip, bu konuda onların zaaflarını da bilince, hazaratından hazretinin ilki tecelli etti. Bu da esmâ ve sıfatlarının mertebesidir. Dolayısıyla kendi Zât’ını, onlara, bildikleri sıfatlarıyla bildirdi, tanıttı ve kendisiyle aramızda bir perde bıraktı.

O, Berzah’ta, sonradan olan (hâdis), kadîm sıfatlarla vasıflanır. Kudret ve zenginlik gibi. Kadîm de hâdis (sonradan olma) sıfatlarla vasıflanmaktadır. Ta ki onu tanıyıp, onunla ünsiyet edebilelim. Ferahlık, getirme, gülümseme ve hilim, işitme, görme ve beşere ait sıfatlardan diğerleri gibi. O bize dostluk göstermekte, bize ödünç vermekte ve yaşlılara hürmet etmektedir. Artık bizim bu Berzah âlemine adım attığımız mana halk, Hak ta Hak’tır. Yoksa Tebâreke ve Teâlâ

Yüce Allah (sıfatları yücedir.) mübârektir ve akıllarımızın kavramasından uzaktır. Tabiî bu, kemâli dolayısıyladır. Zira biz Allah’ın sanatıyız. Hiçbir sanat eserinin sâniini kavrayabilmesi mümkün değildir.

Sonra Yüce Allah bu isimlerinin nurundan bütün yarattıklarına atıverdi. Böylece bütün âlem topyekün bu isim-lerin nurundan vücuda geldi.Mahlûkatından her bir kısmına bir isim yüklenmiştir.

Cansız varlıklar gibi. Bunlar yoktular. Sonra bunları Cenab-ı Hakk, Hâlık (Yaratıcı) ismiyle varlık âlemine getirdi.
Onlardan iki isim taşıyanlar vardır.

Üç isim taşıyanlar vardır.

Artık o canlıları yarattı, onları rızıklandırdı, güç ve kudret verdi; işitme ve görme âletleriyle onlara yardım eyledi.

Bunları da Cenab-ı Hakk, Yaratıcı, Kâdir, Rezzâk, İşiten ve Gören (Semî’, Basıyr) isimleriyle yarattı.Mahlukun (yaratılanın), Yüce Mevlâ’nın bütün isimle-riyle yardım talep etmesi güçleri dahilinde değildir. Ancak insan müstesna, evet, o hariç. Ancak insan bütün esmâsı ile yardım talep edebilir.
“Biz emâneti göklere, yere teklif ettik.”
Emânet, bütün teklifler (emirler) değildir. Zira cinler mükelleftirler. Ama âyette emâneti yüklenen sadece insandır.
“Onu insan yüklendi.” Bunu isteyerek yüklenseydi muhakkak helâk olurdu. İnsanlar bunu cebren yüklenmiştir, böylece onu eda etmiş olurlar. Bu ise Allah’tan -insana- hilâfet emânetidir.

“Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.”

İnsan-ı kâmil Allah’ın halifesidir. O, Allah’ın isimleriyle ahlâklanmış bir kimsedir. Yani layıkıyla ahlâklanmış bir kimsede bulunabilecek en yüce kemâl üzere ahlâklanandır. Bu halife üzerinde reâyadan isyan olayları zuhur ettiği anda; “Sen yeryüzünde bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” O zaman, O, onları Allah’ın halifesinin ahlâklanması gereken isimler ile sorguya çekecektir. O zaman onun ilmi; onların ise aczi ortaya çıkacaktır. Ancak onlarda bir takım imrenilecek kokular kalır. Hüsn-ü zan diliyle. O zaman bu melik, yakın yardımcıları ile gelir ve bu halifeye secde etmelerini ister. Böylece emre itaat için hepsi secde edip boyun eğer. Sonra secde etmeyen kovulur ve lanetlenir. Böylece halife için muazzam bir üstünlük gerçekleşmiş olur ve ortak kabul etmez bir öne geçme tahakkuk eder ve artık onun hilâfetine itiraz edecek kimse kalmaz. Ebû Hüreyre’den (r.a.): Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allah Adem’i kendi sureti üzere yarattı.” Yani o öyle biricik bir ferttir ki, Hakk’ın bütün ahlâkıyla ahlâklanmıştır. Dolayısıyla Hak, onun bütün kuvvetleri olmuş oldu.

İmdi bu insan-ı kâmile baktığın zaman Allah’ı hatırlarsın. Binâenaleyh bütün kemâliyle bu İnsanî yaradılışı, ruhen, ceseden ve nefsen Allahü Teâlâ kendi sureti üzere yaratmıştır.

“Onun benzeri hiçbir şey yoktur.” Yani onun dengi-nin dengi gibi hiçbir şey yoktur. Onun benzeri, ancak kendi sureti üzere yaratmış olduğu kimsedir. Aslında Allah’ın hiçbir şey dengi değildir. Ve bu insanın dengi olacak hiçbir şey de yoktur. Dolayısıyla onun nizam ve düzenini üzerine alacak olan, ancak o yarattığı kimse olacaktır. Görmez misin ki, kimin üzerine kısas gerekirse, kan sahibine ondan fidye almak veya onu bağışlamak yetkisi nasıl meşru kılınmıştır. Bir bak ki, kan sahipleri bir cemaat olur da, birisi diyete razı olur ve o cemaati bağışlarsa -diğer kan davası sahipleri kısastan başka bir şey istemeseler de- bağışlayana nasıl riayet ediliyor. Resulü Ekrem (s.a.v.) boyunduruk ve suç altında olan hakkında şöyle diyor:

“Eğer onu öldürürse, onun dengi yapılır.” Kur’an-ı Kerim’de: “Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür.” Dolayısıyla kısas ta, meşru olmakla birlikte kötülüktür.
“Fakat her kim de bağışlar ve barışı sağlarsa, onun da mükâfatı Allah’a aittir. Şüphesiz O, zâlimleri sevmez.” Zira o, Hakk’ın sureti üzeredir. Mükafâtı da, kendi sureti üzere olana aittir. Yüce Allah açık bir isimle değil, ancak varlığı ile zuhur etmiştir. Bu itibarla kim ona riayet ederse, ancak ve yalnız hakka riayet etmiş olur ve insan bi-zâtihi yerilmez, ancak yaptığı işten dolayı yerilir, kınanır. Onun işlediği iş ise zâtının aynı değildir.

Ebû’d Derdâ’dan rivayet edilmiştir. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Sizin için çok hayırlı, düşmanınızla karşılaşıp onların boyunlarını vurmaktan daha faziletli bir şeyi haber vereyim mi? O, Allah’ı zikretmek, onu anmaktır.”

Bu durum böyledir. Bu insaniyet neş’etinin kadrini, ancak kendisinden matlûb olan şekilde Allah’ı zikreden bilebilir. Zira Yüce Mevlâ, kendisini zikredenle beraberdir (adetâ onunla oturmaktadır). Mecliste hazırdır ve görülmektedir. -Kendi meclisinde hazır olan- Hakk’ı zikreden kimse bunu müşâhede etmiyorsa -O’nu- zikretmemiş demektir. Zira Allah’ı zikretmek, kulun bütün uzuvlarına sirâyet etmiştir. Ama kul sadece lisanıyla zikrettiği zaman, Cenab-ı Hak sadece lisanıyla yoldaştır.

Davud Aleyhisselâm -Allah’ın halifesi olmak ve O’nun emriyle savaşmış olmakla beraber- Yüce Allah ona Beytü’l-Makdisî tamamlamasını haram kıldı. Zira eli, yaratmış olduğu kimsenin kanını dökmeye karışmıştı. Her ne kadar haklı ve Allah’ın izniyle olmuşsa da.

Allah Teâlâ, mevcudâtta sürekli meydana gelen ve ölüm diye adlandırılmış olan şeyi yapmaktadır. Ölüm ise bir yok etme değildir. Fakat onu Hak kendisi üzerine almıştır. Onun için bu merkepten başka bir merkebe (binite) geçmektir. İntikal ettiği yurt cinsinden fark yoktur. Nitekim bu kâinât, katımızda şehâdet âlemidir. Allah ise -bizim için- gaybdır. Biz ona iman ederiz. Zira Yüce Allah, mahlukatı hakkında meçhuller âlemindedir. Onlar bu âlemde ancak Allah’a şe-hadet ederler, gayb âlemini bilmezler. Zira onlar bu âlemi görememektedirler. Hakk’ı ise aynen müşâhede ederler. Onlar görmedikleri bu âleme gayb ve iman itibariyle şehâdet ederler. Çünkü Cenab-ı Hak ötede, orada bir âlem olduğunu onlara haber vermiştir. Dolayısıyla ona iman ederler, fakat onu görmemektedirler.

“Allah, kendisinden başka ilâh olmadığına şâhitlik eder. Bütün melekler ve ilim sahipleri de.” Gâib olan şeye şehâdet yoktur. Dolayısıyla onlar evvela Yüce Allah’a şehâdet ederler. Sonra îcâd ve imdâd nurlarını, birçok yaratıklarının üzerine inen esmâsında görürler. Onlardan her biri gücü, yaradılışı ve kabiliyyeti nisbetinde bunu yüklenir.
Allah ehli zâtlar katında ise, Hakk görülür, halk ise bilinir. Başkaları katında ise durum bunun tersidir. Dolayısıyla ehlullâh denen muhterem zâtlar öyle bir tarik üzere yürürler ki onu da, gayesini de bilirler: “Ben onun yürüdüğü ayağıyım.” Bu onlar hakkında dosdoğru yoldur. İnsanlardan bir kısmı, kendilerinin meçhulü olan ve gayesini de bilmedikleri yolda yürür dururlar.

Arifler ise tam bir kalp gözüyle Allah’a dua ederler. Arif olmayanlar ise taklit üzere Allah’a dua ederler. Yüce Mevlâ bu muazzam halifeyi yaratmak isteyince ona ruhundan üfürdü. Ta ki, -ona olan- nisbet doğru olsun. Bu keşif cihetinden doğrudur. Bu, Resûlullah, (s.a.v.)’ın sözüdür:

“Nefsini bilen Rabbini bilir.” ÜmmüT-Mü’minîn Hz. Seyyide Aişe (r.a.)’dan, şöyle dediği rivayet edilmiştir. Resûlullah (s.a.v.)’e soruldu:

“Rabbini en iyi bilen kimdir?” Buyurdu ki:

“Nefsini en iyi bilen kimsedir.”

Böylece -insaniyyetine hürmet gösteren- her insan için, meleklerin secde etme sımm iyi anlamaları gereği sâbit olmaktadır. Ve o ruhundan başka bir şey midir?

Şimdi ruh ve onun ilimlerine dalmanın câiz olmadığına dair sözü seni aldatmasın. Bunun haram olduğunu iddia edenin sözü de. Buna aldırma. Zira Yüce Mevlâ buyurdu:

“De ki Ruh, Rabbimin emrinden (âlem-i emirdendir.” Zira yahudiler, Resûlullah (s.a.v.)’e ruhtan sordular:
“Sana -yahudiler- ruhtan soruyorlar. Onlara de ki: Ruh, Rabbimin emrinden -bir şey- dir. (Ey yahudiler!) Size ancak az bir bilgi verilmiştir.” [îsrâ, 85]

Bunda, bu büyük sırrın ötesinden bahsetmenin câiz olmadığı ifadesi bulunmamaktadır. Her kim Resûlullah (s.a.v.)’in, kendi ruhunu bilmediğini iddia ederse büyük bir iftira etmiş olur. Nasıl? Gerçek şudur ki, Yüce Allah bu ru-hâniyyetli ruhu, kendi vahdâniyyet ve Rabbâniyyetinin on cihetten delâlet etmesi için bu muazzam vücuda nefheyle-miştir:

1- Doğrusu bu fizikî vücut elbette bir müdebbire ve hareket ettirene muhtaçtır. İşte bu ruh -o bedeni- idare eden ve hareket ettiren âmildir. Dolayısıyla şunu bildik ki, bu âlemin elbette bir idare edici ve hareket ettiricisi vardır, bu kaçınılmazdır.
2- Bu vücudu idare eden bir şey olduğunu bildiğimizde -ki o da ruhtur-, şunu da bildik ki, bu âlemin, tedbir ve takdirinde ortağı olmayan bir müdebbiri (idare eden) vardır.
3- Bu cesedin, yalnız ve ancak ruhun iradesi ve tahrikiyle hareket edebildiği gerçeği bilinince, şunu da bildik ki olan, vücuda gelen her şeyi olduğu halde dileyen O’dur. Hareket eden her şey, hayır ve şer işledikleri günahları olsun, yalnız ve ancak O’nun (Allah’ın) takdiri ve iradesiyle hareket edebilmektedir.
4- Cesette her şey, ancak ruhun bilgisi ve şuuru ile hareket edince, şunu bilmiş olduk ki, ne yerde ve ne de göklerde, zerre kadar hiçbir şey O’ndan (Allah), yani O’nun ilim ve iradesinden hariç değildir.
5- Bu ceset, ruha, ancak her şeyden daha yakın olunca, -hatta o cesette her şeye yakındır- şunu bildik ve anladık ki, Yüce Allah her şeye daha yakındır. Hiçbir şey O’na diğer bir şeyden daha yakın değildir; hiçbir şey de O’na diğer bir şeyden daha uzak değildir.6- Ruh cismin varlığından önce olup, cesedin yok olmasından sonra da var olunca şunu bildik ki, Yüce Allah, bütün mahlukatı yaratmadan evvel mevcuttur ve onlar yok olduktan sonra da var olmaya devam edecektir.
7- Ruhun cesette iken durumu bilinmeyince, şunu bildik ki, O, keyfiyetten (nasıl ve niçinlikten) münezzeh ve mukaddestir.
8- Ruhun cesette nerede olduğu bilinmeyince, şunu bildik ki, Cenab-ı Hak dahi mekândan münezzehtir. Bu itibarla neredelikle vasıflanmaz (o mekânsızdır). O ruh, cesette mevcuttur. Cismin, cesedin hiçbir şeyi ondan hâlî değildir. Hak Teâlâ da böyledir. Her mekânda mevcuttur, hiçbir mekân O’ndan hâlî değildir ve zamandan, mekândan münezzeh bulunmaktadır.
9- Ruh gözle idrâk edilemeyip, herhangi bir surette gö-rülemeyince, şunu bildik ki, gözler O’nu idrak edemez.
10-Ruh hissedilmeyip, kendisine dokunulmayınca, bildik ki, yüceler yücesi Mevlâ hisden, cisimden ve bir şeyle kendisine dokunmaktan münezzeh ve berîdir.
îşte bu, “Nefsini bilen Rabbini bilirdi.” manâlarından bir manâdır. Binaenaleyh sen ruhunu tanımak istediğin zaman, hemen lisanın hareket etmeden kalbinde (ALLAH) de. O zaman onun azı bile dilsiz olarak seni bulacak; kulaksız olarak onu işiteceksin.
İşte bunu söyleyen ve duyan senin ruhundur: “Muhakkak ki Allah, benim hatırım için ümmetimin işlediği günahlardan vazgeçer.” hadisini ruhu ile duyar. Nefislerde meydana gelen her şeyi Allah Teâlâ bilir. Çünkü O buyurdu ki:

“Ben beni zikredenle aynı meclisteyim.” Bu ise ihsân makamıdır. Onu görüyor gibi ibadet edeceksin. Sen Onu görmesen de O seni görür. Binaenaleyh sen O’nu gördüğün zaman O, kalbinin aynasında zâhir olan ismiyle sana zâhir olur ve sen O’nunla, her şeyden fânî olursun. Zira hâ-dis (sonradan olan), kadîmin (başlangıcı ve sonu olmayan) vasıflandırdığı şeyi ispat edemez. Bende fânî olmayan şey -hakkında karar vermek- beni güçten düşüremez.

Benim sende görülmeyen suretimi bilemezsin.

Senin aslın ve cevherin olan bu ruh, ancak bu âlemin ta Ferşten Arş’a varıncaya kadar nüshası, kopyasıdır. Bu Rab-binin sana nefheylediği rubûbiyyet kokusudur. Bu itibarla sen onu bildiğin ve onu gerçekleştirdiğin vakit artık Rabbini bilmiş olursun ve sen O’nunla gerçeğe ulaşırsın.

Berâ’ bin Mâlik’den mervî hadis-i şerife göre O sana büyüklüğünü göstermektedir. Resûlullah (s.a.v.) buyurmuştur:
“Şüphesiz mümin kul dünyadan ilişiği kesilip, ahire-te yöneldiği zaman, semâdan melekler iner, yüzler adetâ güneş gibi bembeyaz. Yanlarında cennet kefenlerinden kefen ve cennet kokuları vardır. Göz alıncaya kadar otururlar. Sonra ölüm meleği gelir; başı ucunda oturur da der ki: “Ey hoş, güzel nefis! Allah’ın mağfiret ve rıdva-nına çıkıver!”

Kâfir kul ise, dünyadan ayrılıp ahirete doğru yol alınca, yüzleri kapkara melekler -semâdan- iner. Beraberlerinde palaslar vardır. Yanında gözün kestirdiği kadar güneşlikte otururlar. Sonra ölüm meleği gelir. Nihayet yanı başında oturur…” Derken göz alabildiğince, bu ruhu almak için inmeye devam ederler. Nihayet eğer kâfir ise onlara havale olunur. Keza eğer iyi ruh ise kendisine layık bir binekle onu uğurlarlar.

Ve sen ancak ruhunun tanıdığı kadar Rabbini bilebilirsin ve her mevcutta ancak Yüce Allah’tan hususî Rablik vardır. Her mutmain nefse denilir ki: “Rabbine dön.” Artık onun işi, ancak kendisini davet eden Rabbine dönmektir. İşte o zaman her şeyi bilir ve tanırsın ve başkasının Rab kabul ettikleri şeylere bakmazsın.

“Kıyamet gününde Cenab-ı Hakk bildikleri bir suret dışında insanlara gelir de der ki: “Ben sizin Rabbini-zim.” Onlarsa, “Senden Allah’a sığınırız.” derler. “Burası, Rabbimiz gelinceye kadar bizim mekânımız. Bu itibarla Rabbimiz bize geldiğinde O’nu tanırız.” Derken Allah (c.c.) bilip tanıdıkları bir surette onlara gelir ve, “Ben sizin Rabbinizim.” der. Onlar da. “Sen bizim Rab-bimizsin.” der, sonra O’na tâbi olurlar.”

Bundan dolayı söyleyen söyledi. Bana gelince ben Onu, tanıdım. Geriye kalan, ancak O’nun beni tanımasıdır.

Cüneyd’e marifetten soruldu. Buyurdu ki, suyun rengi kabının rengidir. Bu ise, marifet ve delâletin son haddinden ibarettir. O Yüce Mevlâ, müslüman için selâmet, mümin için emniyet, muhsin için de ihsân sahibidir. Bu itibarla kim bu sıfatları bir araya getirir ve onların hükümleri üzerinde zuhur ederse ve gizlemesi lâzım gelen yerlerde onları izhâr etmezse, Hak ona inkâr edemeyeceği bir şekilde her surette tecelli eder. Onu gizlenmesi gereken yerlerde gizler. Gıybet, koğuculuk ve benzeri Allah’ın yasakladığı şeylerin bulunduğu yerlerde bu sırların açıklanması yasaktır.

Kategori:Esmaül HüsnaVefk

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.